|
|
|
Uceym Sadun Paşa
|
|
HAKKINDA YAZILANLAR
IRAK CEPHESİ VE UCEYM SADUN PAŞA
Gök kubbenin altında yatar, al kan içinde,
Ey yolcu, şu toprak için can veren erler.
Hak'ın bu velî kulları taş türbeye girmez,
Gufrâna bürünmüş, yalınız Fâtiha bekler.
Mehmet Akif
Bizler, büyük bir aşk hikayesine tanıklık ediyoruz. Dicle ve Fırat, sonsuza uzanan iki sevgili gibi yüzyıllardır akıyorlar yanı başımızda.. Ve bilir misiniz ki; Bağdat bu büyük aşkın meyvesidir. Halife El Mansur’un, Enam ve Yunus surelerinde cennet anlamına gelen “Dârü’s-Selâm” dan etkilenerek “Medinetü’s-Selâm” ismini verdiği bir Binbir gece masalı şehri.. Fuzuli’ye göre, Bağdat’ın toprağının harcı Kerbela şehitlerinin kanı ile sulanmıştır. Peygamber Efendimizin kucağından düşürmediği gözümün nuru diye hitap ettiği Hz Hüseyin’in kanı bu topraklara akmıştır. Harun Reşit’in barışı, İmam Azam’ın adaleti, Cüneyd’in gözleri, Geylani’nin gönlü, Fuzuli’nin şiiri, Leyla ile Mecnun’un nefesi ve Hallac-ı Mansur’un haykırışı, bu topraklardan bütün İslam alemine ulaşmıştır. Ve bu topraklar, gökyüzünün mavisine bata çıka üzerinden geçmiş olan ayak izleri ile doludur. İbn Arabi’nin, Ömer Hayyam’ın, Abdülkadir Geylani’nin ayak izleri ile…
Oysa şimdi Bağdat’ta yaşanan trajediyi yazmaya kalem kafi değil, anlatmaya söz yetmez, akmış ve akmakta olan gözyaşının haddi hesabı yok . Bağdat’ta artık gündüzler başka. Geceler de öyle.. Şimdi orada bir çocuk olsanız da sokağa çıkmaz isteseniz, ölüm namert bir belalı gibi ansızın bir köşeden çıkıp alıverir canınızı . Hiç tükenmeyecekmiş gibi duran laneti ile onu parçalayan ve zifiri karanlıkta bile insana kaçacak delik bırakmayan bir bela, şehrin üzerini örtmüştür çünkü..
“ Musa kavmine: "Allah'ın yardımını ve lütfunu isteyin ve acıya tahammül edip dayanın. Şüphesiz yeryüzü Allah'ındır. O'na kullarından dilediğini mirasçı kılar, mutlu son , Allah'tan korkanlarındır." dedi. ” [ Araf – 128 ]
Bağdat, şimdi kim bilir belki de nerede ve ne zaman kaybettiğine şaşırarak ruhunu arıyor . Morale ihtiyaçları var zira Hüsnü Mahalli’nin, Irak halkının haykırışını anlattığı sözlerinden, Irak’lıların nasıl da umutsuz ve yeis içinde olduklarını görmek mümkün. Bu sözleri bana bir arkadaşım aktarmıştı . Buna göre Iraklılar dermiş ki ;
“ Bizler Müslüman’ız ve çektiğimiz bu acılar bize Allah’tan reva mıdır ? Allah – haşa – kimin yanında , bizim ( Müslümanlar ) mi , yoksa onların (kafirlerin ) mı ? “
Müslüman’ların başına bu tür belaları musallat olmasının nedenleri, “Kuru kuru iman edip, sınanmadan kurtulacağınızı mı sanıyorsunuz?“ ayetin mealinde olduğu gibi, pek çok kereler izah edilmiştir. O nedenle, yaşanan acıların büyüklüğü göz önüne alınsa da, böylesi bir sitem Irak halkına yakışmıyor. Zira Müslüman Doğu’nun, o kendisini mevcut şartlar ile sınırlandırmayan coşkusu ve inancı, tüm saldırıları bertaraf edecek kadar güçlü olmalıdır.
Peki ya Irak’ın bu hale gelmesine sebep nedir? IV. Murat’ın fethiyle beraber Osmanlının en önemli eyaletlerinden biri olan Bağdat, şimdi neden bu halde ?
Bağdat’ta yaşanan son trajedi, bölgenin I.Dünya Savaşında Osmanlının elinden çıkışıyla başlar. Irak cephesi, bu dönemde İngilizlerin Basra’yı işgaliyle açılmıştır. Hindistan yolunun güvenliği için Kızıldeniz ve Basra körfezini kontrol etmek isteyen İngiltere, Almanların açık denizlere ineceği korkusuyla bu işgali başlatmışlardır. Ayrıca, Bölge petrolünün önemi ve sanayideki kullanım sahalarının gelişmesine paralel olarak İngiliz yönetimi içerisinde sivil kanatlar sadece Hint yolu için değil, taşıdığı bu yeni zenginliğe el koyabilmek için de Irak’ın işgalini gerekli görmüştür. Ve işgal, bu nedenle I. Dünya Savaşı ve sonrasında emperyalist paylaşım mücadelelerinin ekonomi politik manasındaki önemli değişiminin de sahnesi olmuştur.
Ortadoğu için karanlık ve kanlı bir geleceğin başlangıcı olan bu oyunun ilk perdesi , İngiltere’nin 15 Ekim 1914'te Bahreyn'i, 22 Kasım 1914’te Fas yarımadasını işgal edip, ardından 23 Kasım 1914'te Bağdat’a bağlı önemli bir liman kenti olan Basra’yı ele geçirdikleri gün açılmıştır...
Bu durum Bab-ı Ali yönetimi üzerinde bomba etkisi yaratır. Çünkü Bağdat, askeri öneminin dışında İstanbul’un Yakın Doğu’daki kardeşi olmakla beraber, bir İslam şehri olarak sahip olduğu kültürel doku da düşünüldüğünde, hilafet makamını elinde bulunduran Osmanlı için, Bağdat’ın işgali asla göz yumulamayacak bir durumdur. Bu nedenle, Enver Paşa, Trablusgarp’ta beraber çalıştığı ve Batı Trakya’da örgütçülüğünü ispat eden Teşkilat Mahsusa kurucularından Süleyman Askeri Bey’i acil olarak göreve çağırır. 20 Aralık 1914'te, Basra'yı geri almak amacıyla cephe komutanlığına atanan Süleyman Askeri Bey, vakit kaybetmeden bölgeye giderek, aşiretlerden ve gönüllülerden yararlanarak topladığı kuvvetle, 12 Nisan 1915'te İngiliz birliklerine karşı taarruza geçer .
Maalesef, tarihimizi pek az biliyoruz ya da sahip olduğumuz ezberlerden kurtulabilme konusunda çoğu kez tembellik ediyoruz. Oysa, I. Dünya Savaşında Irak cephesi, ölümsüz dostlukların, yiğitlik hikâyelerinin, nice kahramanların unutulmayacak destanlarıyla doludur. Süleyman Askeri Bey de, başlı başına ayrı bir yazı konusu olmakla beraber, şimdilik bu yiğit Osmanlı askerinin İngilizlerle girdiği çatışma esnasında her iki bacağından birden ağır yara alması nedeniyle muharebe boyunca kanlar içinde sedye üzerinden savaştığını ve yazımızın başında belirttiğimiz gibi harcı Hz Hüseyin’in şehit kanı ile sulanmış olan topraklarda esir düşeceğini anladığı an başına bir kurşun sıkarak intihar ettiğini söylemeyi kafi buluyoruz . Zira Süleyman Askeri Bey’in şerefli yaşam öyküsünü inşallah başka bir yazıda detaylı biçimde aktaracağız.
Irak halkının ve bizlerin morale ihtiyacı olduğunu söylemiştik. Bunun için, Harun Reşit’in barışı, İmam Azam’ın adaleti, Cüneyd’in gözleri, Geylani’nin gönlü, Fuzuli’nin şiiri, Leyla ile Mecnun’un nefesi ve Hallac-ı Mansur’un haykırışını işitmemiz, sahip olduğumuz ortak değerlere tekrar olmazsa tekrar, yine olmazsa tekrar, beraberce sarılmaktan başka çaremiz yok. Bu uğurda önümüze çıkacak olan bölgesel güçlerin tasfiyesini dilemek, olası bir Kürt-Türk savaşını arzu etmek değil aksine, ayrılmaz bir parçamız olan Kürtlerin, içlerindeki hainlerin esaretinden kurtulması için çaba göstermemizi arzu etmektir o kadar.
Ve tarih sayfalarında kalmış güzel örnekler, insana bugünlerde pek ala moral veriyor. O nedenle, halihazırda mevcut bulunan Irak yönetimini şimdilik bir yana koyalım da, Irak topraklarının yiğit şeyhi Uceym Sadun Paşa’nın öyküsüne geçelim.
Irak cephesinde çatışmalar tüm şiddeti ile devam ederken, Osmanlı askerinin emperyalist güçlere karşı olan mücadelesinde yerel güçlerin desteğini almadan ilerleyebilmesi elbette çok zordu. Ölüm kalım meselesi olarak adlandırabileceğimiz bu muharebeler içinde Osmanlı’ya en büyük desteği verecek olan kimse, Irak’ta “ Şeyhlerin Şeyhi “ olarak adlandırılmakta olan Şeyh Uceym Sadun Paşa’dır.
Uceym Sadun Paşa’nın insanı hayretler içerisinde bırakan bir öyküsü var zira bu Arap şeyhi, İngiliz işgaline karşı direnişin olduğu her cephede atının üzerinde çöl rüzgarı içinde çıkar ve düşmana büyük bir hınçla saldırır, oradan atını bir başka muharebe alanına sürerdi.
Osmanlı Birlikleri, Kut-ul Amare’de, bir keresinde İngilizler tarafından dört bir yandan kuşatılmışlar ve çaresizlik içinde vuruşa vuruşa ölüme gidiyorlardı. Zaman daralmıştı, Osmanlı askerleri vuruşurken sürekli kelime-i şehadet getiriyordu ancak tam bu esnada beklenmedik bir şey oldu. Birkaç yüz atlının başında bulunan bir şeyh, ansızın düşman ateşini yararak çok cesur bir hücum taktiği ile Türk birlik karargahını mutlak bir ölümden kurtardı. Bu hücumu gören İngiliz askerleri büyük bir şaşkınlık ve korku ile geri çekilmek zorunda kalırken, yüzlerce askerimizin de hayatı kurtulmuştu. İşte Bismillah diye muharebe içine dalarak yüzlerce askerimizin hayatını kurtaran bu Iraklı; Şeyh Uceym Sadun Paşa’dır…
Şeyh Uceym Sadun Paşa, işgalciler ve yerel işbirlikçilerinin korkulu rüyasıdır . Zira, sürekli Irak’ın bir ucundan bir ucuna at koşturmakta ve direnişine aralıksız devam etmektedir. Osmanlı askerlerine taarruz eden İngiliz himayesindeki Bedevileri yakalar, yakaladığı yerde bunları herkesin önünde cezalandırır. Irak’ın ileri bölgelerindeki İngiliz karakollarına baskınlar düzenleyerek, İngilizlerin planlarını alt üst eder, Şeyh’in bu taarruzları Irak’ın her yerinde ses getirir.
Ve Şeyh Uceym Sadun Paşa’nın bu direnişi karşısında artık pes diyen İngiliz’ler, şeyhe karşı ünlü casusları Lawrence’i devreye sokarlar. Lawrence’ın görevi şeyhin hangi şartlar altında Müslüman Osmanlı askerini terk edeceğini öğrenmektir. Bu nedenle İngiliz yanlısı Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah’ı Şeyh Uceym Sadun Paşa’nın yanına göndermek isterler. Emir Abdullah , bu vazifeyi kabul etmek istemez zira Şeyh Uceym Paşa’nın hiçbir şekilde böyle bir teklife yanaşmayacağını bilmektedir. Ancak Lawrence’ın ve babasının ısrarı ile Şeyh ile temasa geçer.
Bağdat, Dicle ile Fırat’ın o büyük aşkının meyvesidir demiş, toprağında Hz Hüseyin’in şehit kanının, isminde Enam ve Yunus surelerinin etkisi olduğunu söylemiştik. Gelelim Şeyh Uceym Sadun Paşa’nın cevabına …Bağdat topraklarının şeyhi , Lawrence’ın gönderdiği teklife aynen şu sözlerle karşılık verir.
“O hain elime geçmesin. Bir insan sadakati bilmeyebilir. Fakat kendi ihanetini başkasında düşünmesi için bir sebep lazımdır. Ona bir gün böyle bir teklifi bana yapabilme cesaretini nereden bulduğunu soracağım.” [ Şeyh Uceym Sadun Paşa ]
Bir süre sonra, Şeyhlerin Şeyhi Uceymi Sadun’a, Türklere ihanetinin bedeli olarak Irak krallığı ve 150.000 dönüm toprak teklif edilir . Ancak şeyh , bu ahlaksız teklifi de aynı kararlılık ve sertlikle reddeder.
Şeyh Uceym Sadun Paşa’ya , onun bu büyük vefasını hayranlıkla izlemiş olan payitaht tarafından Osmanlı nişanı verilir. Ancak Şeyh, İslam aleminin ortak düşmanına karşı direnişe devam eder zira Osmanlı nişanı ile ödüllendirilmiş olan Iraklı Şeyh Uceym Sadun Paşa, Türk ordusu Irak’tan çekildikten sonrada Osmanlıya bağlığını sürdürecektir. İngilizlere karşı çete savaşları örgütler.
Ve tarihler 15 Haziran 1919’u gösterdiğinde, şeyhin bu kahramanlık ve Osmanlı’ya olan sadakatini iyi bilen Mustafa Kemal, Şeyh Uceym’e şifreli bir mektup yazacaktır.
“ İslam aleminin iki gözbebeği olan Türk ve Arap milletlerinin ayrılması iki tarafta da zafiyetlere sebep oldu. Ümmet-i Muhammed için şanlı bir halde buna karşı el ele vererek Ümmet-i Muhammed’in hürriyet ve istiklali uğrunda mücadele eylemek bizler için farzdır. Kafirlere karşı yapmış olduğunuz cihatta, kültürümüzü korumak ve ırkçılığa karşı verilen mücadelede sizin her zaman destekçiniz olup yanınızdayım. Bu konuyu 13. Ordu Komutanlığı ile görüşmenizi ve görüşünüz için yüce şahsınıza sunup gereğinin yapılmasını arz eder, saygılarımı sunarım.” [ Mustafa Kemal Paşa ]
I.Dünya Savaşı’nda Türklere ihaneti karşılığında teklif edilen Irak Krallığı’nı reddeden ve 150 bin dönüm toprağını Irak’ta bırakan Uceym Paşa, 5 Haziran 1920’de Mardin’e gelecektir. Genelkurmaya başvurarak, Kurtuluş Savaşı’nda adamlarıyla birlikte Fransızlara karşı mücadele etmek ister . Iraklı Şeyh, Urfa’nın kurtuluşunda aktif rol oynayacaktır.
İngilizler ise kendilerine ağır kayıplar verdiren Uceymi Paşa’yı unutmamışlardır. Kendisini cezalandırmak için şeyhi Ankara Hükümetinden isterler. Ancak Mustafa Kemal Paşa, kendisini İngilizlere vermez.
Şeyh Uceym Paşa’nın İslam birlikteliğine olan inancı ve sadakati, Cumhuriyet kurulduktan sonra unutulmayacaktır. İlk TBMM , şeyh ve akrabaları için Şanlıurfa‘da 14 köyün bağışlanmasını görüşerek, bunu hemen kabul eder. Uceym Paşa’nın akrabalarından çoğu Irak’a geri dönmüştür, bu nedenle Şeyh Uceym Sadun Paşa, 14 köy arazisinin fazla olduğunu, kendisine ve yanında kalan akrabalarına bir köyün yeteceğini söyler. İşte bu köy, Urfa Germüş Köyü’dür…
Şeyh Uceym Sadun Paşa, daha sonra Urfa’da evlenir. Bu evlilikten , Kızı Mübine ve oğulları İsa ile Abbas bu evlilikten doğacaktır. Bugün Mübine Sadun Sümer Hanımefendi Ankara’da, İsa ve Abbas Sadun Beyefendi’ler ise Şanlıurfa’da yaşamaktadırlar.
Çöllerin özgür savaşçısı Uceym, uyumak için de bu hür vatan toprağını seçmişti .
Irak cephesinde Şeyh Uceym Sadun Paşa gibi , birçok yerli aşiret ve aile , İngilizlere karşı , Osmanlı’nın safında yer almışlardı.
Ve Irak halkı da, I.Dünya Savaşı boyunca, Şii, Sünni, Ulema, Kürt aşiret beyleri, Arap kabile reisleriyle tek yürek olarak, Osmanlı ile beraber savaştılar.
Bugün, tamamı vatan için ölümsüzlüğe koşmanın huzuru ile Irak topraklarında yatmaktadırlar. Bizler, büyük bir aşk hikayesine tanıklık ediyoruz, Dicle ile Fırat sonsuza uzanan iki sevgili gibi akıyor yanı başımızda demiştik. Bu aşkın mabedine namahrem eli değdiğini görmektense ölmeyi tercih eden tüm Türk, Kürt , Arap askerlerinin aziz ruhları şad olsun..
Ne demeli ?
Öleceksek de beraber, yaşayacaksak da beraber yaşacağız bu topraklarda…
[email protected]
|
|
|