|
|
|
Halil Berktay
|
|
Sabancı Üniversitesi Öğretem Üyesi
1947'de doğan Doç. Dr. Halil Berktay, liseyi Robert Kolej'de okuduktan sonra, ekonomi alanında lisans ve lisansüstü eğitimini 1968'de Yale Üniversitesi'nde tamamladı.Ekonomi okuduğu Yale Üniversitesi'nden, lisans ve yüksek lisans derecelerini 1968 yılında daha sonra yöneldiği Tarih'te ise doktorasını Birmingham Üniversitesi'nden 1991 yılında aldı. Türkiye'de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat Tarihi ve İktisadi Doktrinler kürsüsü ile ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi Tarih bölümlerinde öğretim üyeliği yaptı. Ayrıca yurtdışında, Birmingham Üniversitesi ve Harvard Üniversitesi'nde ders verdi. Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü müdür yardımcılığında bulundu. Ana Britannica ansiklopedisinin, Europalia sergi projelerinin tarih danışmanlığını yaptı. Esas uzmanlık alanı, 20. yüzyıl Türk milliyetçiliği ve milliyetçi historiyografisidir. Bunun dışında, gerek Avrupa ortaçağ tarihinin, gerekse Osmanlı sosyal ve ekonomik tarihinin karşılaştırmalı bir perspektif içinde yeniden düşünülmesi sorunuyla da uğraşageldi. Son yıllarda Türk ulus-devletinin ve ulusal belleğinin inşası üzerinde yoğunlaşıyor. Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfi ile Helsinki Yurttaşlar Derneği kurucu üyesidir. Toplumsal Tarih dergisinin yazı kurulunda, Journal of Peasant Studies'in yayın danışma kurulunda yer alıyor.
TARİHÇİLİĞİN TARİHİ
Berktay, Osmanlı tarihi ve tarihçileri konusunda çok fikir belirttiği için zaman zaman Osmanlı tarihçisi gibi algılanmasına veya kendisinden bu şekilde bahsedilmesine rağmen, Osmanlı tarihinin birincil kaynakları üzerinde çalışarak özgün buluşlar üretmediği için kendisini Osmanlı tarihçisi olarak görmediğinin altını çizerek konuşmasına başlıyor. Kendisini tarihsel sosyoloji ile karşılaştırmalı tarih arasında bir yerlerde duran interdisipliner bir insan olarak tanımlayan Berktay, özel olarak historiografiyle uğraştığını belirtiyor:
"Benim birincil kaynaklarım tarihçilerin, özel olarak 20. yy Türkiye tarihçilerinin yazdıklarıdır. Tarihçilerin yazdıklarını okuyup onlardan bir sentez ve derleme yaparak Osmanlı toplumu şudur veya Avrupa ortaçağ toplumu budur demek için değil. Tarihçilerin okuduklarını inceleyip, bu tarihçilere bunları neler söyletiyor, bunun ardında ne gibi ideolojik, politik gündemler var, ne gibi adı konmamış alt söylemler var şeklinde bir söylem analizini devreye sokarak tarihçiliğin tarihini yapmak açısından tarihçilerin yazdıklarını okuyan bir insanım. Birincil kaynak olarak doğrudan doğruya tarihçilerin kendi yazdıklarını kullanıyorum ve onları historiografik bir okumaya tabi tutuyorum."
Belli bir konuyu araştırmak için okumak ile bütünsel söylemi ve mesajı anlamak için okumak arasında çok büyük bir fark bulunduğunu belirten Berktay, historiografik okumanın bütünsel ve dolayısıyla diğerine göre çok daha zahmetli bir iş olduğunu vurguluyor.
"Historiografik okuma için satır satır okumak ve aynı zamanda satır aralarını da düşlemeye çalışmak şarttır. Hiçbir satırı ve hiçbir kelimeyi kaçırmamak gerekir. Kurumlar veya olaylar hakkında verilen bilgilerle birlikte yorumları, ideolojik arka planları, alt mesajları, bütün çağrışımları yakalamaya çalışmak gerekir. Dolayısıyla daha bütünlüklü, daha mufassal ve titiz olması gereken bir iştir. Mesela Ömer Lütfü Barkan'ın Osmanlı İmparatorluğu'nda çiftçi sınıflarının hukuki statüsüyle ilgili 1937-38 tarihinde Ülkü dergisinde tefrika edilmiş olan makalesinin daha başında öyle iki paragraf vardır ki, burada müthiş bir retorikle Osmanlı Devleti'nin nasıl inkılapçı bir devlet iradesini temsil ettiği ve bütün kuvvetleri bu cihanşümul iradeye ram etmeye kalkışarak, nice savaşların fırtınasında çelikleşerek emsalsiz bir devlet organizması yarattığından söz eder. Tarihçiler bunu okumazlar; bense özellikle bunu okurum. Çünkü yazıldığı dönem de hesap edilirse Barkan'ın ilham kaynakları arasında faşizmin de yer aldığı aşırı devletçi, korporatist bir ideolojiden ne kadar etkilenmiş olduğunu ve o dönemin totaliter cereyanları içinde ne kadar büyük bir yoğunlukla yaşamakta olduğunu bu paragraflar açığa vurur."
MARKSİZM VE TARİHÇİLİK
Gençlik yıllarından itibaren siyasi bakımdan aktif bir Marksist olarak yaşamış olmanın kendisine kaçınılmaz bir biçimde içselleştirdiği şeyler olduğunu belirten Berktay, kendisini "Marksist bir kültür kıtası içinden çıkagelen bir tarihçi" olarak tanımlıyor:
"50 yaşını aşmış ve Marksist bir entelektüel aile içinde doğup büyümüş bir insan olarak benim, Marksist duyarlılıklarla, tarih görüşleriyle vs 35 yılı aşan bir haşır neşir oluşum var ve elbette bu belli bir kültür kıtasını şekillendiriyor. Bugünkü sorularım o sorularla sınırlı değil, bugünkü duyarlılıklarım o duyarlılıklarla sınırlı değil elbette. Ancak yine de benim için bir çıkış noktası, bir tramplen, bir ilk basamak bile olsa kendimi tarif ederken bunu söylemek zorundayım."
Berktay kendisinden Türkiye'de veya dışarıda genellikle Marksist bir tarihçi olarak bahsedilmesini yanlış buluyor. Marksizmin politik gelecek projesini artık paylaşmadığını ve Marksizme de ezeli ve ebedi, değişmez doğruları olan bir akım olarak değil, başı ve sonu olan tarihsel bir kategori olarak baktığını ifade ederek, günümüzde Marksist bir tarihçi olmanın ne anlama geldiğinin belli olmadığını vurguluyor:
ENTELEKTÜEL SERÜVENİ
Halil Berktay kendi entelektüel serüvenini Şevket Pamuk, Çağlar Keyder, Stefan Yerasimos, Huricihan İslamoğlu, Ünal Nalbantoğlu veya İlber Ortaylı gibi isimleri kapsayan bir neslin hikâyesiyle bağlantılandırıyor:
"1960'lara gelinceye kadar tarih çok dar bir meslekti; ulus-devletin ihtiyaçlarından kaynaklanan tarih söylemleri ve bunların ders kitaplarına veya törenselliklere yansıyışı ya da milliyetçi böbürlenmelerin popüler versiyonlarını içeren tarihsel romanlar, tefrikalar vs dışında, kamuoyunda bugünkü gibi seçkin tarih eserlerine canlı ve entelektüel kalitesi yüksek bir ilgiden söz etmek mümkün değildi.
Ulus-devletin ideolojik ihtiyaçlarının aşılandığı resmiyetler ve törensellikler ile oldukça içine kapalı bir kast manzarası arz eden o zamanki profesyonel akademik tarihçilik dışında, bu alanda radikal ve özgür rüzgârlar ilk defa 1960'larda esmeye başladı. Bu on yıl içinde dünya çapında ve Türkiye'de, azgelişmiş denilen toplumların tarihsel kaderinin kökenlerine ilişkin, emperyalizm ve azgelişmişlik sorunsalı diyebileceğimiz bir sorunsal doğdu. Yani tarihi anlamak ihtiyacıyla bir geleceğe şekil vermek, toplumun kaderine etkili müdahalelerde bulunmak arzusu ve özlemi el ele giden bir şeydi. Dinamizmini de çok büyük ölçüde buradan alıyordu; kuvveti ve zaafı buydu. Kuvveti buydu çünkü çok büyük bir heyecan ve atılım yaratıyordu; zaafı buydu çünkü bilim ile politika arasında bir mesafe ve serinkanlılık oluşmuyordu. Bilimin, bilimsel araştırmanın şu veya bu şekilde algılanan politik, ideolojik icaplara feda edilmesi söz konusu oluyordu. Örneğin Muzaffer Sencer'in Osmanlı Toplum Yapısı kitabı 1969 tarihli ilk baskısında "Devrim Stratejisi Açısından" altbaşlığını taşıyor ve bu, o tarihte, hiç kimse tarafından yadırganmayabiliyordu. Fakat sonuç olarak, Osmanlı-Türk azgelişmişliğinin tarihsel kökenlerini aramak, kurcalamak dürtüsü o radikal entelektüel ortamda pek çok genci tarih dışı alanlardan genellikle de ekonomiden veya sosyolojiden gelip tarihle ilgilenmeye sevk etti."
Osmanlı-Türk azgelişmişliğinin tarihsel kökenlerini ortaya koyma isteği Berktay'ı da tarihe, özellikle de Osmanlı Klasik Dönemine yöneltir:
"Tabii 15.-16. yy'a bulaşmak derhal Osmanlı toplumu feodal miydi, değil miydi tartışmalarına bakmak demek. Ben de, bana o zamanki Marksist ortodoksi anlayışım çerçevesinde daha uygun geldiği için, bir de kendimi o gençlik yıllarımda Milli Demokratik Devrim stratejisine daha yakın bulduğum için Osmanlı devletinin feodalliğini ispatlamaya 'taktım'. Osmanlı toplumu feodal değildir diyen söylemin önemli bir damarı akademik Osmanlı tarihçilerinden geliyordu ve Osmanlı toplumun kerim bir devlet tarafından yönetildiği, adalete dayandığı, sosyal sınıfları ve sınıf çelişkilerini, sömürüyü, baskıyı barındırmadığı çağrışımlarıyla yüklüydü; genç bir Marksist öğrenci için işin bu yanı tabii çok büyük bir sinirlenme kaynağıydı. O dönemde benim tutumum 'Osmanlı toplumu feodaldi; çünkü toplumsal sınıflar vardı, sömürü vardı, artı ürün aktarımı vardı, ezilen bir köylülük vardı' şeklindeydi. Derken biraz ilerleyince, bu insanların Osmanlı toplumunun feodal olmadığını kanıtlamak için kullandıkları feodalizm modelinin yanlışlığı noktasına geldim. Yani feodalizmin ekonomik bakımdan hassa çiftlik işletmeciliğine ve politik bakımdan da saf bir adem-i merkeziyete indirgenemeyeceğinin; Avrupa ortaçağ tarihçiliğinin aslında bunu çoktan aşmış olduğunun farkına varmaya başladım. Hâlâ kafamda nihai proje olarak, kullanılan feodalizm modelinin yanlışlığını göstermesi ve bu modelin güncelleştirilmesi yoluyla Osmanlı toplumunun feodal olduğunun ispatlanması vardı; ama artık Osmanlı toplumu eskisi gibi dar ve modası geçmiş bir feodalizm kategorisinin içine değil, çok daha geniş ve esnek olarak yorumlanmış bir feodalizm kategorisinin, daha doğrusu, bağımlı köylülüğe dayalı fiyef dağıtım sistemleri genel kategorisinin içine yerleştiriliyordu. 7-8 yıl bu aşamada yerimde sayarken, Köprülü'nün, Barkan'ın ve İnalcık'ın farklı dönemlerde yaşamış ve yazmış oldukları gibi çok basit bir şeyi fark ettim ve dolayısıyla bu konudaki görüşlerin veya fikirlerin bir progresyonu olduğunu, başka bir deyişle bir teorinin veya bir paradigmanın zaman içinde inşasının söz konusu olduğunu kavramaya başladım. Osmanlı toplumunun feodal olmadığı iddiası zaman içinde değişmez bir şekilde duran bir görüş değil; bu görüşün de bir tarihi var. Bu görüş çok kuvvetli bir şekilde 1930'ların ortalarında ya da ikinci yarısında ortaya atılıyor. Yani Osmanlı tarihçileri birdenbire arşivlerde yeni şeyler bulduklarından ve bu yeni ampirik kanıtlar getirdiğinden değil, kendi içinde yaşadıkları ideolojik, politik ortamdan ötürü bunu söylüyorlar ve bu da 1930'ların ikinci yarısındaki otoriter Türk ulus-devletinin ideolojik ihtiyaçları ve bunları profesyonel tarihçilere yansıtış biçimleriyle ilgili bir olay. Böylece 20. yy Türk tarihçiliğinin de bir tarihi olduğunu ve bunun Türkiye Cumhuriyeti'nin, hatta daha geniş düşünürsek, Türk milliyetçiliğinin fikir tarihinin bir parçası olarak okunması ve analiz edilmesi gerektiğini düşünmeye başladım. Açıkçası, kendi alanımın gelişmesine bir katkıda bulundum mu diye bir soru sormaya hakkım varsa, 20. yy Türk tarihçiliğinin historiografisi diye bir alanı tanımlamakla, historiografik duyarlılık ve kendi kendinin farkında olma diye bir gündemi galiba ortaya koyan ben oldum diye düşünüyorum."
YAZMAKTAN ÇOK DERS VERMEK
Bu uzun entelektüel arayışın kendisini birçok değişik alanlarda "ekstra bagaj" edinmeye sevk ettiğini belirten Berktay, bu durumun bazı zorlukları da beraberinde getirdiğini ifade ediyor:
"Sürekli okudukça ve öğrendikçe var olan edinimlerimin tamamını yeniden gözden geçirmek ihtiyacını duyuyorum. Yani bana fragmanter önermeler yetmiyor; bir konuda yeni bir şey öğrendiğimde acaba benim bütünsel bilgi yapım içinde hangi taşlar yerinden oynadı, neleri yerine koymam lazım diye düşünmeye başlamam gerekiyor. Bu çok zahmetli ve çok zaman kaybettiren bir arayış. Yani devamlı böyle yeni bilgiler entegre etmeye çalıştıkça yazmak ve tamamlamak zor oluyor. Bu yüzden ben de içimi derslerde döküyorum. O oynayan taşları yeniden yerlerine oturtma çabası içinde durup da yazamıyorsunuz, ama ders vermeye devam edebiliyorsunuz ve dersler düşünceleri geliştirmek, sınamak ve kurcalamak için en iyi platformu oluşturuyor.
Üniversiteye döndüğüm '92 yılından beri benim için esas yaratıcı faaliyet ders vermek haline geldi. Bu bakımdan kendimi, yazmaktan çok, ders veren bir tarihçi gibi hisssediyorum. Bu yüzden ders kitaplarıyla çok uğraşıyorum, Türkiye'deki eğitim pratikleriyle de çok uğraşıyorum; küçük çocuklara sosyal bilgilerin, tarihin nasıl öğretildiği, daha doğrusu nasıl berbat edildiği, bunun nasıl düzeltilebileceği beni çok ilgilendiriyor."
BİLİM OLARAK TARİH
Çalışma tarzının çok okumaya ve güçlü bir hafızaya dayandığını söyleyen Berktay, tarih öğrencilerine de, tarihçi için hafıza ve hafızayı geliştirmenin çok önemli olduğunu, hafızayı güçlendirici bir tarzda konsantre olarak çalışılması gerektiğini hatırlatıyor ve tarihçilerin "hızlı okuma yöntemleri"nden kesinlikle uzak durmaları gerektiğini belirtiyor.
Tarihin bir bilim olduğuna inanmaya devam ettiğini söyleyen Berktay, postmodernizmin pozitivist, ampirisist yaklaşımlara getirdiği eleştirileri çok önemli bulmakla beraber tarihçilerin bir ortak bilgi projesine sahip olmasının gerekliliğini vurguluyor:
"Tarih, kendi idiografik, yani genellemelerle değil tikel durumlarla ilgilenen uğraşısı içinde dahi, bilimsel bir doğrulanma-yanlışlanma, yani kanıtlar, veriler ile bilimsel bir ilişki içinde olma anlayışına sahip. Tarihçiliğin bir kanıt, veri, belge sorunu var. Tamam, mutlak gerçek diye bir şeyi hiçbir zaman yakalayamayabiliriz. Gerçeğe ancak aproksimatif ve asimtotik olarak yaklaşabiliriz belki; yani sürekli yaklaşırız, aradaki mesafe ha bire küçülür, ama onu bir türlü yakalayamayabiliriz. Ancak sonuç olarak tarihçinin, gerçeğe daha fazla yaklaşmak habire daha doğru ve daha detayları tamam bir gerçeklik yakalamak peşinde koşmak diye bağlayıcı bir ideali ve hedefi yoksa, bence tarihçilik mesleği diye bir şey yoktur. Eğer 'uydurmak serbesttir, kendi paradigman ve esinleniş tarzın içinde ne istersen yazarsın, edebiyat olarak iyi okunursa geçerlidir' diyorsanız, bu tarihçilik değildir bence. Eğer bir ideal olarak dahi tarihsel gerçekliğin peşinde koşmayacaksak o zaman bu işi yapmanın anlamı yoktur. Bu anlamda ben, postmodernizmden enforme olan, ama esas olarak gene de ampirik doğrulama-yanlışlanmaya çok inanan; tarihin saf bir bilim olmasa bile, gene de bir bilim olduğu anlayışını muhafaza eden bir insanım."
AVRUPA MERKEZLİ OLMAYAN BİR TARİH
Berktay, bilimsel idealini Avrupa tarihi dışındaki alanların, tarihyazımının ana mecrasına uygun bir bilimsel sentaksa kavuşturulup evrensel tarihe entegre edildiğini görmek ve buna katkıda bulunabilmek olarak özetliyor:
"Avrupa'nın 15. yy sonlarından başlayarak dünyada sadece askeri, maddi, politik bir hegemonya değil, aynı zamanda ideolojik, düşünsel, bilimsel bir hegemonya kazanması ile bağlantılı olarak günümüzün tarihçiliği ve sosyal bilimleri de esas olarak Avrupa merkezli bir tarzda tanımlanmış durumda. Bunu her alanda hissediyoruz. Tipik bir örnek, benim uğraştığım feodalizm konusu; Avrupa tarihçileri bir çekmece açıyorlar, üzerine feodalizm yazıyorlar, içine de o Avrupa ortaçağ toplumunun fotoğrafını sokuyorlar ve buna feodalizm kategorisi diyorlar. Ondan sonra, Avrupa dışı toplumlarla ilgili bilgi arttıkça, bu kategorinin, bu çekmecenin darlığı zorlanmaya başlıyor ve fiyef sistemleri olan başka toplumlar da hesaba katılmak isteniyor; Japonya, Çin, Osmanlı derken çekmece almamaya başlıyor. Çekmece zaten onları alacak şekilde tanımlanmamış. Aslında çekmeceyi çıkarmak, parçalamak ve baştan kurmak, daha geniş bir çekmece yapmak lazım. Yani var olan eurocentrist kategorilerin içine daha sonra öğrenilen Avrupa dışı olguları tıkıştırmaya kalkışmakla olmuyor. Entelektüel kategorilerin yeniden inşası gerekli."
Tarih ve diğer sosyal bilimlerin Avrupa toplumsal yapılarının analizine uygun bir şekilde yapılandırılmış olduğunu belirten Berktay, Batılı modern topluma odaklanan ekonomi-sosyoloji-siyaset bilimi üçlemesinin kapladığı kabul edilen alan dışında, antropolojinin kabile toplumlarını ve ilkel halkları, Şarkiyatçılığın ise Avrupa dışındaki "yüksek uygarlık"ları araştırmak için oluşturulduğuna dikkat çekiyor:
"Bugün Amerika'daki, İngiltere'deki, Almanya'daki üniversiter yapıya baktığımızda Osmanlı tarihi, tarih bölümleri içinde ve onlarla tamamen entegre bir biçimde değil, asıl olarak Ortadoğu merkezleri, Ortadoğu enstitüleri, Yakın Doğu enstitüleri, Doğu Araştırmaları fakülteleri gibi bölümlerde okutuluyor. Bu kurumsal kompartmantalizasyon, söz konusu özel ve marjinal tarihler için, daha çok deskriptif, yani analitik, teorik kapasiteleri çok zayıf özel dillerin kullanılmasıyla elele gidiyor. Osmanlı tarihi ve kurumlarıyla Avrupa tarihi ve kurumlarının aynı olduğunu söylemek istemiyorum, ama aynı bilimsel dille bunlar irdelenebilmeli. Ben kendi bilimsel idealimi, özlemimi farklı tarihleri aynılaştırmak değil, farklı tarihlerin ortak bir sentaks, ortak bir dil ile irdelenmesine katkıda bulunmak olarak tanımlayabilirim."
|
|
|